Hah! Aklıma bir sey geldi - III

-
Aa
+
a
a
a

Üçüncü Bölüm

Kamusal Alan Neresi?ya daPeki Şimdi Ne Yapıyorum?

Kamusal alanın tanımı için bir kaç kriter söz konusu. Mesela Anthony Giddens'a bakacak olursak --ya da çok genel bir anlaşma herhalde kafamızdaki-- birincisi, herkese açık olması; ikincisi, ücretsiz olması; üçüncüsü, kendimizi orada rahat hissetmemiz, kendimizi evimizde gibi hissetmemiz --kamusal alanda olduğumuzun bilinciyle birlikte. Şimdi bu kriterlere göre, buradan yola çıkarak bir kaç şeyi inceleyebiliriz.

Örneğin sanat galerisi: Sanat galerisi kamusal bir alan mıdır? Herkese açık mı? Açık galiba. Ücretli mi? Değil. Pekiyi, orada iyi hissediyor muyuz kendimizi? Bilmiyorum. Yani giriyorsun galeriye, aşağıdan kapıyı çaldın: 'Kim o?' İşte 'Sanatsever'. Aç. Ondan sonra yukarı çıkıyorsun. Ya da 'Açar mısınız?' falan, bilmiyorum ne denir ki. Hele ilk kez gidiyorsan daha kötü. Elektrik lambası nerede? Asansörle mi çıkılır? Merdivenle mi çıkılır? 'Evet? Kurye misin sen, nesin sen?' 'Sergiye bakacaktım ben.' Eyvah, o zaman florasanları yak, video varsa videoyu çalıştır, müzik varsa müziği başlat falan. Sen orada gittiğine gideceğine bin pişman olmuş durumda o sergiye bakıyorsun. Video işte video. Müzik... İşte, bir kaç fotoğraf. Tamam bitti ama şimdi böyle çıkıp gitmek olur mu. Kadın o kadar zahmete girdi şimdi gitmek olur mu. Beş dakika sana beş yıl gibi gelen, içeride beş dakika aynı video, zaten beş saniyelik videoyu beş saat birbiri ardına çekmişler. Bak bak ve çık dışarı. Ve biliyorsun ki artık, kapıyı kapatsın, videoyu kapatsın, florasanları kapatsın, müziği kapatsın, odasında yine çalışmaya başlasın. Bu şey gibi, yani hiç işlemeyen küçük bir işletme gibi. Üzerine bir tişört alacaksın, bakmaya giriyorsun. Girer girmez iki tane tezgahtar rahatsız olmuş gibi hemen konuşmalarını veya flörtlerini kesip, 'Buyrun, yardımcı olabilir miyiz?' falan 'Ya, yok istemiyorum, yardımcı olmayın. Bakacaktım ama neyse sonra gelirim.' Tabii bu bir tipi sanat galerisinin. Bunun dışında, lüks lokantanın içinden girileni, işte 'Üzerinizde metal birşey var mı?' güvenlik kapısından geçip imza atılanı, yanında güvenlik elemanıyla gezileni hepsi mevcut. Bir şekilde zaten hiçbiri sıcak yerler değil. İnanılmaz sıkıcı. Zaten müthiş yapıtlar da bulamıyoruz bir çoğunda. İnsanı iten, kendini hakikaten kötü hissettiren bir sürü mekan. Bir de duvarları beyaz oluyor genellikle; bu da başlı başına bir sterillik duygusu veriyor, böyle birşey. Peki, sanat galerisi değilse, müze değilse --müzenin olmadığını zaten düşünüyoruz-- neresi olabilir bu kamusal alan?

Örneğin, sokak ya da cadde. Caddeler herkese açık, hepimizin kullandığı ve kullanırken yüksünmeğimiz alanlar. Herkesin kullandığı, geldiği gittiği... Ancak orada da yerine oturmayan birşey var. Kimse oraya bir amaçla gitmiyor. Yani dolaşmak için bile olsa, bir şekilde dolaşıyorsun ve caddede insanlar olduğu için bir şekilde yan yanasın. Yani topluluk içinde olma hissi çok da fazla yok. Belki bundan sonra söyleyeceğim alanı duyunca bana hak vereceksiniz; onun yanında hiç de cazip bir kamusal alan olarak kalmıyor cadde ya da sokak. Üçüncü aklıma gelen şey sinema salonu. Yani iki

"Zenciler Birbirine Benzemez" (2001)

arkadaş yolda karşılaşırlar: 'N'aber ağbi? N'apıyorsun? Ne yaptın geçen hafta?''Amerikan Sapığı'na gittim.''Nasıl?' 'Aa, iğrenç.' 'Ay, ben de beğenmedim.'Yani bir şey yapmakla özdeşleşmiş bir durum bu mekan. Mesela 'Geçen hafta ne yaptın?' 'Şu, şu, şu filme gittim, onun yanında da şunları yaptım.' 'Sokağa da çıktım', evet. Galeriye herhalde gitmedim. İşte, yemek de yedim ama bunları söylemeye gerek duymuyorum. Çünkü biliyorum ki sen de o filme gittin ya da bir şekilde haberdarsın. Senin gitmek isteyeceğin ya da istemeyeceğin bir film ki, onun hakkında öyle ya da böyle konuşabiliriz. Evet, peki sinema salonuna insanlar niye gidiyor? Ücretli bir kere. Herkese de açık değil. 16 yaşından, 18 yaşından ve bazen 21 yaşından küçükler giremiyor. Fiyatı da çok ucuz sayılmaz ama lisedeki çocuk, harçlıklarını birleştirip, bazıları da çok rahat işte kredi kartlarıyla falan, gidiyorlar. Bir kere sinemaya birlikte gidiliyor. İki kişi aynı tecrübeyi paylaşmak için gidiyor ama iki kişi gittiklerini, film başladıktan sonra unutuyorlar. İkisi de ekrana bakıyor. Birbirleriyle konuşmuyorlar. Belki arada bir şey söylüyorlar o kadar. Ya da dokunuyorlar, ne bileyim. Ve onun dışında bir sürü insanla aynı anda izliyorlar ve yine aynı anda başka sinemalarda da, hatta başka ülkelerde de insanlar aynı filmi izliyor. Kendi dillerinde bazıları. Ya da kendi dillerinde altyazıyla. Şimdi Deleuze'e göre örneğin, sinema düşünmeyi engeller bu yüzden yüksek sanatlar grubuna girmez; alçak sanatlar grubuna girmelidir. Çünkü büyük olmasının, yüksek sesli olmasının yanı sıra sürekli değişiyor, sürekli ileriye gidiyor. Ve sen oraya bakarken hep bir sonraki kare ne olacak diye bakıyor oluyorsun. Bir yandan da ayrı bir katmanda düşünmüyorsun demek ki. Böyle bir sürükleyiciliği, yani zamana ait oluşu da var. Tüm bunlarla birlikte işte toplu olarak oraya gidilmesi bir; seçici olarak oranın seçilmesi ve bütün büyüklük güç karşısında alımlamak. Bu bence şu anda günümüzde kamusal alan kavramıyla üstüste çakışıyor.

Kaydedilmiş ise yaşantın...

Tabii Doctorow'un en son kitabında şöyle bir söz var. (E.L. Doctorow NewYork'tan --zaten hep New York'tan bahsediyor—söz ediyor.) Burada da New York'taki film endüstrisinden bahsediyor. Ama buradaki film endüstrisi Kaliforniya'dakinden çok farklı, çünkü genellikle dijital kamerayla insanlar bir şeyler çekiyor. Bütün görüntüleri, bütün yaşamı, sıfırlarla birlere --şiirsel tabiriyle-- indirgiyorlar ve hepsini kaydediyorlar. Yazar şöyle bir sonuca varıyor --ki ütopya tabii-- ileride her şey kaydedilecek ve yaşam, kaydedilmişlik üzerinden değerini bulacak. Yani ancak kaydedilmiş ise senin yaşantın, ve gösteriliyorsa, o zaman gerçeklik değerini bulmuş olacak.

Sonra başka bir pasajda da şöyle bir şey var: Sinemada, bununla yine koşut olarak, sinema salonu içerisinde insanların sinemada gördükleriyle ve işittikleriyle iletişime geçmeleri, yani ekrana doğru bağırmaları, o duyduklarını gerçekmiş gibi, o andaki üç boyutlu gerçeklikmiş gibi algılamaları vs. Bu tabii daha ilk çıkış zamanına da benziyor sinemanın ama, tabii günümüzde çok daha başka bir boyut kazanmış durumda. Buradan belki yola çıkarak, belki de Hollywood kültürünün zaten çoktan bunu, bilmiyorum sırf Türkiye için mi, ama herhalde Amerika için de, diğer her yer için de, yaptığı gibi yaşamı gösterilenlerle özdeşleştirmesinden yola çıkarak, burasının sosyal yaşamda en önemli kamusal alan olduğuna hükmettim.

"Kendi Yolundan Gidenler" (2000)

Mesela şu tanrılar meselesine gelirsek; sanatçılar değil dedik tanrılar şu anda. Peki, kim oturuyor Olimpos dağında? İstediği zaman sanatçı, istediği zaman devlet başkanı, istediği zaman seri katil ve daha aklınıza gelecek gelmeyecek bin tane şey olabilecek bir takım insanlar var. Bir takım yüzler var. Biz biliyoruz bunları. Hatta jestleri de var, hareketleri de var vs. Ve bu insanlar bizim karşımıza her seferinde, başka bir şey olarak çıkıyorlar ve hiç bir zaman yadırgamıyoruz bunu. Mesela işte, evet Amerikan başkanı, homoseksüel, seri katil, işte papa, bilmemne, çok zorlu adam ama çok
yumuşak baba vs. Hepsi bir yere gönderiyor, o da diyelim ki: Robert de Niro. Ya da neydi o adam? Tom Hanks mi? Hollywood starları. Eskiden şöyle olurdu: İşte bir film artisti karşımızda, hep onu belli karakterlerde izlemeye alıştık. Diyelim ki hep kötü adam. İyi adam olarak karşımıza çıkınca herkes bir yadırgardı şöyle. 'A ah. Şimdi iyi adam yapmışlar. Olmamış yakışmamış.' falan. Şu anda hiç öyle değil. Sürekli iyi adam, kötü adam, şudur, budur, bin tane şey çıkıyor; hiç birini yadırgamıyoruz. Ve hepsi herşey olmuş durumdalar zaten. Peki onlar asıl mı? Asıl bir tane artist. Bir isim, isim soyad. Time'a en çok kapak olan adam, Tom Hanks. Bu asıldan yola çıkarak biz bütün suretlerini ona yakıştırıyoruz. Yani işte demin saydım, tekrar saymayayım. Bin tane şey. Hayatta olunabilecek ne varsa. Ve bütün bu karakterlerin de aslında eğer iyi yönetmense, iyi filmse derinlemesine anlatımı da gerçekleşiyor filmde. Kendimize son derece yakın bir şekilde bu insanları tanıyoruz. Tek tek, her filminde yeni baştan. İşte onlar, yani büyük ekrandaki tanrılar şu anda bir anlamda dünyayı yönetiyor.

Peki şu anda ne yapıyorum? Buradan çıkarak tabii film yapıyorum. Ama video filmler. Her yaptığım şeyde de böyle bir durum var. Bir şeye çok özenli başlıyorum. Kafamda fikir var. Onu yapacağım, bunu yapacağım ama sabırsız davranıyorum ve bir şey oluveriyor işte. Derme çatma bir şey ortaya çıkıyor. Şimdi yaptığım filmlerde de böyle bir şey sözkonusu.

Dört tane film yaptım. Bir tanesi Kendi Yolundan Gidenler. Orada, elimde bir, piyangodan çıkmış gibi, uyduruk video kamera, oraya buraya gidiyoruz. Sergiler var. Lübliyana'ya gittik. Torino'ya gittik. Bir de İstanbul'da çekimler... Ben elimde bununla, eğlenmek için mi bilmiyorum niye, çevremdeki insanları çekiyorum. Hepsi sanatçı zaten. Onları çektim, falan filan. Çeşitli görüntüler işte. Tanıdığımız Hüseyin Alptekin var, Tunç var. Tanıdık sanatçı olarak. Halil de biraz var. Ondan sonra iki şeyi biraraya getirmek istedim. Birincisi gerçek yaşam dediğimiz son derece sıkıcı, birçok anını sıkılarak yaşadığımız ve görmekten de iki katı sıkılacağımız yaşam. İkincisi de kurgu, yani sinema en çok. O birbuçuk saat içerisinde, nasıl sığdırıyorlarsa, işte cinayet, aşk, tecavüz, öldürme, patlama, akla ne gelirse. Varoluşun üzerine bindirildiği bin tane yaşantı. Bu ikisi arasındaki karşıtlık. Evet, ondan sonra İstanbul'a gelince kendim oturdum bir itirafçı olarak, yüzümü kapatıp, anlatmaya başladım: 'Biz işte bir kaç kişi şuraya gittik. Hüseyin var şu var. Şunu öldürdük, şuradan uyuşturucu aldık', falan filan. Ondan sonra Hüseyinleri falan gösteriyor. Oturuyorlar barda, konuşuyorlar. Başka bir şey yaptıkları yok. Onlara anlam yüklemek sözkonusu. Yani gerçek olanla kurgunun arasındaki, zıtlık, bağlantı ya da bağlantısızlık; bir.

İkincisi, Amerikan Doları diye bir film. Orada gene böyle çevremdeki insanları çektim. Onda şöyle bir fikrim vardı başta ama, o tam olarak gerçekleşmedi ilk başta söylediğim nedenden ötürü: Mesela ağlama sahnesi olacaktı, araba kazası olacak, cinayet olacaktı, tecavüz olacaktı başka ne bileyim, başka bir şey olmayacaktı galiba. Onları çekecektim. Ama son derece ilkel koşullarla. İşte ağlamayı falan yaptık, şarkı söylemeyi de yaptık. Ha bir de öldürme sahnesi var. Geri kalanı tam olarak olmadı. Ama ben işte derme çatma bir şey yaptım. 45 dakikalık bir video yaptım. Ondan sonra onu seyrederken, bir arkadaşımla oturduk işte buradaki gibi şu MD-player'ı koyduk masanın üzerine. Bir yandan filmi seyrediyoruz ilk kez --ben ilk kez değil ama James ilk kez. Yakalarımıza mikrofon taktık. Kulaklarımıza da filmin sesini taktık. Seyrederken bir yandan bira içerek onun hakkında konuştuk. İşte şöyle, böyle; bazen çok sıkıcı yavan bir konuşma oldu, bazen alevlendi tartışma gibi oldu. Öyle bir şey. Sonradan ben bu konuşmaları da filmin üzerine kaydettim. Böylece oturup seyrederkenki görüntüyü görüyorsun. Alttaki sesleri duyuyorsun biraz. Sonra bir bakıyorsun, birileri konuşuyor. Sanki kameraya çeken konuşuyormuş gibi geliyor sana. Sonra, biraz sonra anlıyorsun ki, bu ikisi filmin hakkında konuşuyorlar. Böyle bir katman ya da yabancılaştırma etkisi; iki.

Üçüncüsü; müthiş bir fikir, çok iyi bir fikir. Zenciler Birbirine Benzemez diye bir şey. O da Attila İlhan'dan alıntı, ya da daha ziyade onun ilk romanının başlığı. Orada, iki gece boyunca, iki akşam işte dokuz, on arkadaş biraraya geldik. Hep geldiğimiz arkadaşlar. Çok eski arkadaşlar. Bir yandan televizyon seyrediliyor. Yani hiçbiri sanatçı manatçı değil tabii. Ben de değilim galiba. İşte televizyon seyrediliyor. Uzaktan kumandayla değiştir meğiştir. Videoya televizyondaki görüntüyü aldık. Sadece o görüntüyü. Mikrofonla da odanın içindeki sesleri kaydettik. Ama işte burada inanılmaz komik,

"Kendi Yolundan Gidenler" (2000)

yani on saatlik çekim yaptık. Ben bunu birbuçuk saate indirdim. Kestim, montajladım ve çok güzel oldu ağbi. Müthiş oldu. Dünyayı değiştirecek. Burada işte şey var; bu insanlar öyle ya da böyle iyi eğitimli insanlar. Yani tırnak içerisinde iyi eğitimli. Belki oradan Attila İlhan'a gittim. Galiba hepsi yabancı liselerden mezun. Türkiye'de bir de böyle bir şey var tabii. Lisenin bu kadar önemli olması. Hiç kimse hiç bir yerde hangi lisedensin diye sormuyor ama burada, gidince bir yere, sen hangi liseden mezunsun diyorlar. İşte, yabancı liseden mezun, iyi eğitimli. İşte, şunu yapmış, bunu yapmış tipler. Ortalama yaş otuz. Ve bu insanlar orada o akşam içerek, zil zurna sarhoş oluyor tabii hepsi gecenin ilerleyen saatlerinde ve akla gelecek en düzeyi düşük en işte seksist en iğrenç şeyleri yapıyorlar. Saçma sapan şeylere gülüyorlar. Abuk subuk espriler sürekli... Ama çok mutlular. Ve çok bulaşıcı bir mutlulukları var aslında bence. Hala ben izlerken hep gülüyorum. Ve aslında yaşam nedenleri de o. Yani işte işe gidiyorlar, şunu yapıyorlar, kimisi çok büyük para kazanıyor, kimisi az, daha az para kazanıyor, hakikaten çok çalışıyorlar falan filan. Ama yaşamlarının tek bir nedeni var; o da o işte Cumartesi akşamı eski arkadaşlarıyla toplanıp, o salak televizyonun karşısında geçerek, televizyona bakarak ama birbirleriyle konuşarak kontrolden çıkacakları bir kaç saat. Bunun için yaşıyorlar. Galiba. Ve hepsi de aslında umutsuz. Bu da çok iyi oldu, çok komik oldu.

Bundan sonra bir tane daha film yapmıştım o da şey, Ciddi Kültürü Yık diye bir şey. O daha ziyade belgesel havasında bir film. Alexander Brener'la Barbara'nın Lübliyana'da yaptıkları performansın korsan çekimleri, onun üstüne benim onlarla yaptığım yarım saatten biraz daha fazla bir tartışma. O da öyle bir şey.

Üçüncü bölümün de sonu, son bölümün.

Soru ve yorumlarınıza sonuna kadar açığız.

SÖ: Gülsün.

- Son sözettiğin ses filminde herhangi bir uluslararası ortamda gösterdiğinde bir altyazı vs. düşünüyor musun yoksa salt olduğu gibi mi göstermeyi düşünüyorsun?

SÖ: Ben bunların hepsini deşifre ettim. Dört söylediğim şeyi de, Zenciler Birbirine Benzemez'i de deşifre ettim. Yani bütün dialogları tek tek yazdım bilgisayarda. Bunları bastım. Bunu da bir kitapçık haline getirdim, fotokopi-kitap. Daha dağıtmadım. Bu benim çok hoşuma gitti. Sanki edebi değeri olan bir şeyi okuyormuşum gibi, bütün bu diyaloglar çok hoşuma gitti. Çevirisi yapılabilir ama hiç bir zaman anlaşılmayacak çünkü zaten (Ha bunun ilk on, onbeş dakikasını geçen gün bir kaç kişiye Bilgi Üniversitesi'nde gösterdik. Bir sınıfa. Daha televizyon çıkar çıkmaz herkes başlıyor gülmeye ve şey diyorlar: 'Aa, olamaz ağbi. Televizyonda bu çıkmış olamaz. İnanmıyorum. Bu kadar komik bir şey olamaz.' Oysa ki her akşam gördüğümüz şey. Bir tek yabancılaştırma etkisi koyunca üzerine her şeyin ne kadar böyle, aslında üzerine bastığımız zeminin, nasıl ayaklarımız altından hemencecik kayıverdiğini görüyorlar.) yurtdışında göstermeyi pek düşünmüyorum açıkçası. Belki altyazıyla olur ama...

- Hayır yani genel anlamda öyle bir sorunla karşılaştığında nasıl hareket ediyorsun?

SÖ: Ha genel anlamda, altyazı koydum şimdiye kadar. Zaten bu saydığım dört taneden iki tanesi özgün olarak İngilizce, iki tanesi de Türkçe. Kendi Yolundan Gidenler, tercüme etmeye, altyazı koymaya uygun. Ama bu anlattığım Zenciler Birbirine Benzemez o kadar uygun değil. Ama herhalde bir fikir verir. Yine de hiçbir zaman, burada göstereceğim zaman olacağını umduğum gibi, bir tepki ya da etkileşim olmayacaktır. Ben de zaten öyle bir şevkle yapmadım o işi. Bunun başka, yani Türkçe'yle, bu coğrafyayla, o insanların hayatlarıyla, niye umutsuz olduklarıyla, buradaki televizyonla, bir sürü şeyle, başka şeyle aslında ilgisi vardı. Yani aslında bir yandan da hep isim koyacaktım buna. Ne koysam, ne koysam? Düşünüyorum, hiç bir şey çıkartamıyorum. Sürekli aklıma şey geliyor; ya O Karanlıkta Biz geliyor --o da Attila İlhan'ın başka bir romanı-- veyahut da Zenciler Birbirine Benzemez geliyor. Belki de o yüzden, yani onun da anlattığı bir takım, yazdığı ya da metne dayalı bir şeyler burada sözkonusu. Mesela bence Attila İlhan da o kadar tercümeye açık bir yazar belki de değil. Ama buranın şiirini çok güzel anlatmış birisi, romanlarında. Bu yapıtın da bence çok fazla tercüme edilmesi gerekmiyor, gibi geliyor. Burası için özel bir şey aslında. Çok özel bir şey. Benim için de özel bir şey. Herkes için özel. Belki de tercümede yakalanır o hava, belki de yakalanmaz. Bilmiyorum ki.

- Ama o bir seçimdir yani.

SÖ: Ama ben bunu, mesela en aklıma yakın gelen, bir kaç tane Amerikalı arkadaşımla yapsaydım böyle mi olurdu? Nasıl olurdu bilmiyorum. Bu aslında kavramsal bir şey gibi geliyor. Genç sanatçının 'Hah şimdi buldum. Bir fikrim var: Televizyonu kaydedeceğim, üzerine de ses kaydedeceğim' demesi bir yanda, öte yandaysa bütün bu insanların sarfettiği sözcükler ve hepsinin defalarca dinlenip montajlanması vs. Orada zaten asıl iş ortaya çıkıyor. Yani ilk fikir bir çerçeve çiziyor. O çerçeveyi her dilde anlatabilirsin. Ben onu daha az samimi olduğum insanlarla da anlatabilirim. Ama beni bu kadar yakından yakalamaz. Onu da varsın bir başkası yapsın istiyorsa.

Hah! Aklıma birşey - IGenç Sanatçılıktan Nasıl İstifa Ettim? ya da Hayır Kovulmadım, Çünkü İstifa Ediyorum!

Hah! Aklıma birşey - IITürkiye Dünyanın Neresinde? ya da Alo Orası Neresi?